Neslican


Kansere dayanamadı demeyeceksiniz, mücadelen çok güzeldi diyeceksiniz, demişti. Kelimelerin kifayetsiz olduğu zamanlardan birindeyiz. Onunla ilgili yazı yazmıştım, yoğun bakıma girmesi beni çok üzmüş, içimden gelenleri sanki o görebilirmiş gibi anlatmıştım. Hala telefona bakıyorum, her an yeni bir paylaşım yapacak ve ‘Zor oldu ama bunu da atlattım.’ diyecek diye düşünüyorum. Sanıyorum herkes de benim gibi düşünüyor. Ölümünü kabullenemedik çünkü. Üzüldük, kahrolduk. O öyle ölümsüz bir iz bırakmış ki kalbimizde hala capcanlı orada duruyor. Neslican ölümsüzlüğe aslında çoktan ulaştı derken bunu anlatmaya çalışıyordum.


Onun hayattaki en büyük sınavını verdiğine inanıyorum. Karşımıza çıkan zorluklarda yıkılmak yerine o dimdik durmayı tercih etmişti. Başına gelenleri değiştiremedi belki ama bir çok insanın hayatını değiştirdiği muhakkak. Haberini aldığımdan beri sosyal medyada en çok rastladığım yorum şu olmuştu. “Kardeşimi kaybetmiş gibi üzüldüm.” İşte sen gönlümüze böyle yerleşebildin.
Tabi bizler seni tanıyıp, anlayıp, çok severken seni uzaktan görüp kendine göre yargılamış olanlar da oldu. Ben özellikle o kötü yorumları okumak istemedim. Neslican benim için masal kahramanı gibiydi ve ilk defa bir şey de kirlenmesin istedim. O hep öyle kalsın, onunla ilgili kötü yorumlar yazanlar hiç var olmamış gibi olsun.  Ama kendime engel olamadım.

Onun iç dünyasında ne olduğunu neler yaşadığını bilmedik çünkü o hep güçlü tarafını bize gösterdi. Biz onun inançlarının derecesini de bilemeyiz çünkü bunu bizimle paylaşmadı. Peki öyleyse neden sanki öyleymiş gibi, sanki her şeyi biliyormuş gibi yargılamaya başlıyoruz?
İnsanlar hakkında nasıl bu kadar emin olabiliyoruz?
Hayatın kıyısında yaşamış, ölüme çok yaklaşmış bir insan eğer “Hayatımdan başka kaybedecek bir şeyim kalmadı. Belki ölebilirim. Kaybedersem de savaşarak kaybedeceğim.” diyorsa o insanda ölüm bilinci oluşmuştur. Ama bize kesinlikle “empati bilinci” gerekiyor. Buna bugünlerde çok ihtiyacımız var.

Toplumumuzda şimdilerde hiç kullanılmayan adetlerimiz var. Örneğin ‘son görev’. Eskiden bir yerden cenaze geçtiğinde sokaktan geçen insanlar, sokakta oturanlar son görev olarak ayağa kalkarmış. Omuzlarda giden o cenazeye son bir görev olarak saygılarını sunarlarmış. Yine bizim adetlerimizden: Ölünün arkasından hep iyi şeyler konuşulur. Günah olarak algıladığımız bir mazisi var ise bu es geçilir ve güzelliklerinden, iyiliklerinden bahsedilir. Hatta ata sözümüz bile vardır: Kör ölür badem gözlü, kel ölür sırma saçlı olur diye.
Peki neden haset, kin ve kıskançlık duygularımızı tüm bunlara rağmen bir kenara atamıyoruz? Böyle kültürü olan bir millet olarak neden onun gittiği yerin cennet mi cehennem mi olduğu konusunda kendimizden emin konuşuyoruz? Bu yargıya varabilmek için bize bu cesaret nereden geliyor? Bu yargıya varmak şirk koşmak olmuyor mu?

İçimizdeki irini akıtmak için neden bu kadar istekliyiz? Niye iyiliklere yönelmeyip güzel şeyler düşünmeye çalışmıyoruz? Hastalığı ile mücadele etmek isteyen 21 yaşında bir genç kızdan nefret etmek için ne yaşamış olabiliriz? Kendi 21 yaşınıza dönseniz orada neler görürsünüz? Toy bir genç görürsünüz belki, hatalar yapan, gününü gün eden ama asla yaşamak istiyorum diye savaşan birini değil. Peki o halde neden bu kadar tepkiliyiz?

Bize çok fazla empati gerekiyor. İyi olmaya, iyi düşünmeye biraz olsun çabalamamız gerekiyor. Bunu gönülden istiyorum.

Her şeye rağmen ben bu yaşamdan almam gereken güzellikleri alıyorum. Umarım en güzel yere gitmiş ve huzura kavuşmuştur diye düşünüyorum. Acıları umarım sonsuza dek dinmiştir. O kötülüklerinden arınamayan insanların da iyiliğe kavuşmasını arzu ediyorum. Ve Neslican’ı o en güzel yere uğurluyorum. Bir gün hepimizin gideceği o yere.

Hoşça kal Neslican, mücadelen çok güzeldi.

Yorumlar