Kendini Aramak
Hep bir ilk cümle düşünürüz yazarken ya da
konuşurken. Ama özellikle ortaya bir yazı çıkaracakken. Hep bir ilk cümle
düşünür, sanki bundan sonra yazmamız o ilk cümleye bağlıymış gibi sıkı sıkıya
tutunuruz asla zihnimizin dehlizlerinden çıkıp gelemeyen o ilk cümleye…
Biliriz bir dostun diğerini selamlaması
gibi, basit bir “Merhaba!” gibi, bir çıksa parmaklarımızın ucundan, sihriyle
alıp götürecek bizi sayfanın labirentli yollarında.
Yazmaya başlamak çıkıp kapımızı çalmayan ilk cümleye mi bağlıdır, üstün yeteneklere mi, gaipten gelen bir ilhama mı, üşengeçliği bir kenara bırakmaya mı? Yoksa lazım gelen tek şey sevmek midir yazmaya başlamak için. Sadece sevmek. Hani her işte ihtiyacımız olan yegane duygu. Bizi yazmaya teşvik eden, iyi veya kötü ayrımı yapmadan sadece yazmayı arzulatan duygu. Belki de yalnızca sevgidir beni de yazmaya iten şey.
Yazmaya başlamak çıkıp kapımızı çalmayan ilk cümleye mi bağlıdır, üstün yeteneklere mi, gaipten gelen bir ilhama mı, üşengeçliği bir kenara bırakmaya mı? Yoksa lazım gelen tek şey sevmek midir yazmaya başlamak için. Sadece sevmek. Hani her işte ihtiyacımız olan yegane duygu. Bizi yazmaya teşvik eden, iyi veya kötü ayrımı yapmadan sadece yazmayı arzulatan duygu. Belki de yalnızca sevgidir beni de yazmaya iten şey.
Bir çok ilgi alanım olmasına rağmen iki
şey var ki hayatımda yeri çok başka, bir müzik diğeri de yazmak. Müzikle
alakalı düşünülmesi gereken benim için salt müzik dinlemek değil elbette. O
müziği öğrenmek, detaylarını özümsemek, onu icra etmek ve hatta bir saz çalarak
bu sevgimi perçinlemek. Müzikle ilgili çok fazla çalışıyor ve öğrenmeye gayret
ediyorum. Bu iki sanat bana sanki iç içeymiş gibi gelir. Aslında öyledir de. Şarkı
sözleri edebiyattan gelir, şiirler müzik sayesinde bir ruh kazanır çoğu zaman. Birbiriyle girift sanatlar her zaman çok ilgimi çekmiştir. Örnek olarak ebru
sanatının yanında illaki tezhip ve hat sanatının da düşünülmesi gibi. Aslında
birbirinden çok ayrı disiplinler olmalarına rağmen hep birbirini çağrıştırır
sevenlerine. Bir ebru tablosunun ardında bir tanbur ya da ney taksimi olmadan,
mesneviden dizeler okunmadan sanki tamamlanamazmış gibi gelir bana her daim.
İnsan da öyle bana kalırsa. Bir arayışı var
dünyada. Farkında olarak ya da farkında olmadan ulaşmaya çalışıyoruz
istediğimiz bir noktaya. Çoğumuzun hayali var, çoğumuz kendini bulmaya kimimiz
de hayata geliş amacını anlamaya uğraşıyor. Dolayısıyla bu arayış içinde aynı
sanatlar arasındaki birbirine karışmış yapı gibi insan da birbirine bağlantılı
şeyler yaparak ya içindeki ışığı bulmak için uğraşıyor ya da özgür hissetmenin
yollarını arıyor. Kendi açımdan müzik ve edebiyat ilgimin bu kadar yoğun
olmasının sebebi de bu.
Yazmak Kendini Arama Yolunda Bana Ne İfade
Ediyor?
Müziğe olan ilgim esasında hep sabit
kalırken, hiçbir dalgalanma yaşamazken yazmak çok daha farklı. İlk defa yazmaya
dört yıl ara verdim. Öncesinde de kısa kısa aralar verdiğim oldu. Çok yazdığım
dönemleri hiç yazmadığım dönemler izledi. Yazdıklarımı silip attığım
dönemlerden her gün yazıp hepsini saklamak istediğim dönemlere geçtim. Yazarken
ruhumuzu apaçık ortaya koyuyoruz belki, ruh halimiz buna uygun değilse de
yazamıyoruz. Kimi insan için kelimelere dökmek hem rahatlatıcı hem de acı
verici olabiliyor çünkü.
Müzik bu anlamda bir bakıma sembolik iken
yazmak her zaman öyle olmuyor. Şarkılar ya da besteler ruhun en derinine
nazikçe hissettirmeden nüfuz edebilirken yazı dilinde bir çoğunu yaşamak
mümkün. Yüzünüze tokat gibi çarpan yazı da okuyabilirsiniz kalbinizi titreten
yazıları da.
İşte tüm bu bağlamda yazmak benim için
kavuşulamayan ancak dolu dizgin devam eden bir aşk öyküsü gibi. Derinde hep
yaşanmaya devam eden, hatırlanınca içini sızlatan ve hep orada saklanan. Ayrı
düşülse de kalbindeki yeri asla değişmeyen bir aşk gibi.
Ona özlem duyduğum anlarda yazmaktan başka
bir şey düşünemez oluyorum. Kendimi yazarken hayal ediyorum. Bir haber ya da
makale okuduğumda kendimi o konuyla ilgili yazarken hayal ediyorum. Yazarak
para kazandığım bir işim olduğunu gözümün önüne getiriyorum sürekli. Yani
kendimi hep yazarken düşünüyorum ya da yazıp rahatlıyorum.
Bunca Yıl Nasıl İlişkiler Kuruldu?
Geçmişe dönüp baktığımda yazmaya nasıl
başladığımla ilgili ana başlıklar sıralayabileceğimiz belli başlı hatıralarım
var sanıyorum. Kitaplarla tanışmak yedi yaşında başıma gelmiş ve o günden beri
kendimi alamadan hep okuduğum bir sevdam haline gelmiş. Kitap okurken eğer o
öykünün ya da romanın içinde yazan bir karakter varsa ben ona illaki dikkat
kesilirdim. İlkokulda kompozisyon yazmakla başlayan bu ilgim, her yıl yepyeni
defterlere tuttuğum daha sonra yazdıklarımı aptalca bulup çöpe attığım
günlüklerle devam etti.
Sonrası hep parça parça film şeridi gibi,
fotoromandan bazı görüntüler şeklinde hafızamda. Yedinci sınıfta çığ ile ilgili
yazdığım ve çok beğenilen “ilk” öyküm, bu öyküyü yazdıran hocanın yine derste kompozisyon ödevi vermesi ve benim yazmış olabileceğime inanmaması. (öyküde de
çok tatmin olmamıştı zaten) aynı kompozisyon konusunu daha sonra sınavda
sormuştu ve ben 100 tam not alınca benim yazdığıma ikna olmuştu. Konusu ise
şuydu: eskimiş fikirler paslanmış çivilere benzer, söküp atmak zordur.
Tabi maalesef eğitim sistemimizin büyük
bir boşluğu öğrenciyi teşvik edip yüreklendirmek yerine yaptığına inanmamak
şeklinde olduğundan belki de bilinçsizce yapılmış olan bu girişimlerim havada
kaldı.
Lisede çığırından çıkmış gibi yazdığım
denemeler ve şiirler ve bunun yanında yazmaktan çok keyif aldığım günceler.
Üniversiteye geldiğimiz vakit, staj
yaptığım yerde aynı zamanda bir gazetenin köşe yazarı olan insan kaynakları
müdürüne yazılarımdan bazılarını okutmuştum. Bana daha evvel duymadığım ve beni
çok teşvik eden bir yorumda bulunmuştu. Yazılarımda kara mizah ögeleri
bulunduğunu, kara mizahla ilgili Woody Allen, Ferhan Şensoy gibi sanatçıları
takip etmemi, yazmaya devam etmemi ve çok okumamı söylemişti. İyi yazmanın başı
elbette daha çok yazmaktan geçerdi ama o bana daha çok okumamı tavsiye etmişti.
Bunun önemini bu yaşımda daha iyi anlıyorum.
Bu teşvik beni çok heyecanlandırmış ve bir
çocuk kitabı yazmaya koyulmuştum o dönem. Hatta bir blog açıp iki günde üç
günde bir yazı ekler olmuştum oraya. Takipçilerim olmaya yorumlar gelmeye
başlamıştı. Hatta bir arkadaşım bana jest yapıp beğendiği yazılarımdan birini
aslında henüz erken olmasına rağmen milliyet gazetesinin edebiyat köşesine
göndermiş ve ret cevabı alınca da utana sıkıla bana bunu itiraf etmişti.
Elbette bunlar beni yıldıramazdı çünkü benim maksadım yazmaktı. Bir kişi dahi
okusa yazmak. Bilgisayarım çöküp de yazdığım çocuk
kitabı maalesef yok olunca bu fikrime biraz ara verdim. Blogda yazmaya devam
ettim yine de.
Sonra bana çok ilham veren eşimle
tanıştığımda o yazdıklarımı Balzac’a benzetmişti. Biraz abartılı olduğunu kabul
ediyorum ancak anlatımımda detaylara yer verişimi tasvirlerimi bu şekilde
değerlendirmişti. Kendisi de bir gazetede yazıyordu. Ondan sonra yazdıklarım da
bakış açım da değişti. Şimdi dönüp baktığımda aslında reel olandan sembolik
olana dönmüşüm o zamanlar, fark ediyorum.
Ancak sonra ne olduysa uzun aralar verdim.
Kısa dönemler makale yazım işlerinde çalıştım kendi işimin yanında. Gel gelelim yazmaktan bir türlü vazgeçemedim. Dedim ya o benim için çok başkaydı. Aklıma
geldikçe yüreğimi sızlatırdı.
En sonunda artık o ilk cümlenin gelmesini
beklemekten vazgeçtim ve yine geçtim kağıdın başına. Sadece sevgime odaklandım
ve yeniden başladım. Hayat bu aşamada bana neler gösterecek bilemem. Ama ben
yıllardır görmediğim bir arkadaşa kavuşmuş gibiyim.
Belki yazmaya tekrar başlamak kendimde
aradığım ve eksik kalan şeyleri bulmam için yeniden bir yardımcı olur kim
bilir?

Yorumlar
Yorum Gönder